Özellikle siyasetçilerin medya kazaları "sesli düşünme" yüzünden başlarına geliyor.
Akıllarından geçeni, ortalık yerde üzerinde ölçüp biçmeden, tartmadan konuşunca, yani medyanın olduğu yerde dile getirince ortaya garip medya kazaları çıkıyor.
Eskiler boşuna dememişler, "El içinde zülüf kesme, kimi kısa der, kimisi uzun"
Yani, kritik bir karar alınacak veya yapılacaksa üzerinde tartıp, biçip sessiz sessiz düşünmek lazım. Parlak fikirlerin dile getirilecek yer medyanın önü olmamalı.
Kendisini "Gaf İmparatoru" ilan eden ama bizim gözümüzde müstesna bir yeri olan Kültür ve Turizm Bakanımız Atilla Koç, geçen hafta bu sesli düşünme kazalarından ikisini işleyiverdi.
Topkapı Sarayı'nı gezerken, oradaki tarihi atmosferden etkilenerek sesli düşünen Atilla Koç, Türk Alfabesi'nin 32 harf olması gerektiğini birden söyledi.
Koç'un aklından geçen üç harfin ilk önce batı dillerindeki x,q ve w olduğu düşünüldü ve"Aslında olabilir, Türkiye AB giriş süreci içinde belki bu harfleri alfabesine katabilir" dendi. Kimi ise "Bunun altında Kürtçe'deki bu harflerin Türk alfabesine konulma planı var" türünden yorumlar da yaptı.
Ama, Bakan Koç'un sesli düşünüşü devam etti.
Koç, konuşmasına açıklık getirerek, Arap Alfabesi'ndeki bazı harflerin Türk Alfabesi'ne konmasının iyi olacağını söyledi.
Bakan, gazetecilere "Beni beğenmiyör müsünüz" türünden sitemler ederek, "Son zamanlarda konuşmalarımı yanlış anlıyorsunuz. Ben Türkçe 32 harf olsaydı bazı sesleri daha rahat karşılardı" dedim. Arap Alfabesi'nde bazı sesler daha iyi karşılanmıştır. Bazı sesleri karşılamak üzere harflerin ilave edilmesi iyi olurdu demek istedim" diyerek ilk açıklamasında demediği şeyleri demeğe çalıştı.
Bakan Koç, aklından geçenleri hem zamanında net bir şekilde söylememiş, hem desöylememesi gerekenleri de sesli düşünmüştü. Sonunda medya kazası kaçınılmaz olmuştu tabii ki
SONUÇ: Bakan, "açıklayıcı" konuşmasında yine kendi imzasını taşıyan bir medya kazasına daha atıfta bulunuyor.
"Alanya'da 15-20 bin Alman yaşıyor, onların da dinlerini şeyedeyim sözüm de yanlış anlaşıldı. Oradaki şey, dini ihtiyaçlarına cevap verelim anlamındaydı."
Yani, Bakan Koç konuşuyor, daha doğrusu yüksek sesle düşünüyor, biz hepimiz de yanlış anlıyoruz, nedense
Dil konusuna geri dönersek, dil bilimciler ve tarihçiler daha iyi bilecektir, Mustafa Kemal, Türk dilinin ve Türk alfabesinin sadeleştirilmesi ve Latin harflerine geçilmesikonusunda daha Birinci Dünya Savaşı sırasında Şam'da Ordu Komutanı olarak görevli işken çalışmalar yapmıştı.
Bu konudaki önemli danışmanlarından birisi de Agop Dilaçar adındaki bir Ermeni dil bilimciydi.
Dilaçar, o dönemde Türk alfabesinin 31 harf olmasını önermiş, ince ve kalın "a" ve "e" harflerinin alfabede yer almasını Mustafa Kemal'e tavsiye etmişti.
Sonuçta, Mustafa Kemal, öğrenme zorluğu yaratacağı endişesi ile Türk alfabesinin 29 harfte kalmasını tercih etti. Bu sayede, ülkedeki okuma yazma oranı çok hızlı biçimde arttı.
Ermeni kökenli dil bilimci de soyadı kanununda Dilaçar ismini Atatürk'ün isteği üzerine aldı. Yani, Bakan Koç'tan çok önce bu tartışmalar, bilimsel gerçekçilikler altında sessiz sessiz yapılmıştı zaten, bizden hatırlatması
SÜRTTTÜRME Mİ, KAFADAN VURMA MI?...
OLAY YERİ: İstanbul Boğazı OLAY: İstanbul Boğazı'nda Cumartesi günü sis yüzünden meydana gelen kazada TuryolŞirketi'ne ait yolcu motoru bir kuru yük gemisiyle çarpıştı.
Yoğun sis yüzünden Boğaz trafiğe kapatılmıştı. Ancak, belediyenin izniyle hizmet verenTuryol Kooperatifi İşletmeleri adlı şirkete ait yolcu motoru, kıyıya yakın seyreden kuruyük gemisini göremedi ve gemiye bodoslama kafadan çarptı.
Kazada, teknede kafasını direğe çarpan İlhan Yarış adlı bir kişi öldü, 42 kişi de yaralandı. Kaza sonrasındaki açıklamalar ise felaketi bir medya kazasına hızla dönüştürdü.
Turyol Kooperatifi İşletme Müdürü Kasım İnanlı, yolcu teknesinin kuru yük gemisine"sadece sürtündüğünü" söyledi. Oysa, sis dağıldığında herkes gördü ki motor kafadançarpmış ve bir felaket ucuz atlatılmıştı.
SONUÇ: Kimi zaman, yetkililer, olası bir kaza ve kriz anında "yalan ve yanlış bilgi vermek"yoluna giderek, olayın büyümeden örtbas edilebileceğini düşünüyorlar.
Bu hatalar, maalesef hemen her krizde karşımıza çıkıyor. Oysa medyanın gerçeği öğrenmesi birkaç saatini bile almıyor.
Baş tarafı göçen motora bakıldığında, yetkililerin gerçek bilgi vermediği hemen anlaşılıyor. Arkasından da medya işi biraz daha kurcalamaya başlıyor.
Sonuçta da teknede her üç kişiye bir cankurtaran yeleği konduğu gerçeğini de ortaya çıkarıyorlar.
Gerçek bilgi vermemenin maliyeti, medyanın burnunun daha da hassaslaşmasına neden oluyor.