- ‘Ponpon Kız’ muamması... Ceza neye kesildi, medya neyi yazdı?
- Bir Fransız gazetecinin gözüyle Türkiye’nin yaman çelişkisi
RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı
Hani derler ya “medya toplumun aynasıdır” diye. Doğrudur, aynasıdır.
Ama toplumun aynası eğer kırılırsa medya da olayları her bir kırık parçanın yansıttığı gibi aktarır.
Yani parçaları birleştirince ortaya tam anlaşılır bir görüntü çıkmaz, her bir parçanın yansıttığı görüntü de fili tuttuğun yerden tarif etme misali çok fazla bir şey anlatmaz ya da yanlış anlatır.
Tıpkı ‘Ponpon Kız’ muammasında olduğu gibi.
Dünya Basketbol Şampiyonası heyecanı geçen hafta Türkiye’nin ikinci olarak kürsüye çıkmasıyla sona erdi.
Sonrasında ise bir medya hesaplaşması ve bir medya kazası yaşandı.
Maçların heyecanı ile Türkiye’nin turnuvanın başında Rusya ile oynadığı maç sırasında “Ukraynalı ponpon kızların maç arasında sahneye çıkmaması”nın üzerinde çok durulmadı.
Federasyon yetkilileri, Başbakan’ın izlediği maçta kendilerince uygun görmedikleri için Ukraynalı kızları sahaya çıkarmadılar ve onun yerine 12 Dev Adam’ı yani Türk Milli Takımı’nı destekleyen marşlar çaldılar.
Uluslararası bir turnuvada, o ülkede yapılmasına rağmen “herhangi bir ülkenin takımına psikolojik avantaj sağlayacak” marşların çalınması aslında yasak. Çünkü, ev sahibi takımın seyirci desteğinin yanı sıra marşlarla da ‘psikolojik avantaj’ elde etmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor.
Federasyon yetkilileri, bu uluslararası kuralı Başbakan’ın zevahirini korumak adına ihlal etmişler.
Dahası bunu da turnuvadan çok öncesinde planlamışlar.
Red Foxes Dans Grubu Direktörü Olena Rozhkova, “Başbakan geleceği için sahaya çıkmadığımızı biliyorum. Ayrıca biz bu durumu üç hafta öncesinde rehberimiz aracılığıyla öğrenmiştik” dedi.
Türk medyasının olayın üzerine gitmesi ise turnuva heyecanının geçmesinden sonra oldu.
Çünkü Uluslararası Basketbol Federasyonları Birliği (FIBA) “Ponpon kızlar sahneye çıkmadı” diye Türk Basketbol Federasyonu’na para cezası kesti.
Türk medyası, olayın ‘gerçek’ sebebini görmek yerine elinde tuttuğu kırık ayna parçasıyla tarif etti. O parçada da Başbakan ile yarı çıplak ponpon kızlar arasındaki “kültürel algı” farklılığı vardı.
Yani “çatışma, çelişki ve uyuşmazlık” ki bu medyanın en sevdiği yemek. Ve doğal olarak medya bunu ısıtıp, kamuoyuna ikram etti.
Yemek o kadar okuyucunun ağzına layıktı ki dünya medyası da aynı damardan girdi.
New York Times gazetesi “Türkiye oynadığında yarı çıplak dansçılar ortada yok” derken şu yorumu yaptı:
“Tümüne yakın bir bölümü Müslüman olan, Asya ile Avrupa’nın birleştiği, laik Batı ile daha dindar Müslüman kültürlerin karıştığı bir ülkede, konu bölücü bir hal aldı. Müslüman kadınlarının giyim konusunda sık sık daha tevazu göstermeleri bekleniyor.”
Görüldüğü gibi yorumlar Türkiye’deki sosyal fay hattının üzerine kurulu. O da referandumda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan “kültürel çelişki”.
Bu "kültürel çelişki" öyle bir zihin bulanıklığı ve sisleme yaratıyor ki her iki tarafın da birbirini algılamasındaki ‘temel sebep’ haline geliyor ve ‘asıl sebep’ ayna kırıldığı için görünmez oluyor.
SONUÇ
Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak’ın turnuva sonrasındaki açıklamasında da bu durum net biçimde ortaya çıktı.
Özak, FIBA’nın kestiği para cezasının asıl sebebini gerçekten bilmiyordu. Basın mensuplarının önüne geldiğinde “cezanın ponpon kızların çıkmaması yüzünden kesildiğini” düşünerek, durumu savunmaya çalıştı.
Ama o sırada yanında bulunan Federasyon Başkanı gazetecilerin önünde, “Efendim, ceza kızları çıkarmadığımız için değil, kızların çıkmadığı sırada Türk Milli Takımı’nı destekleyen marş çaldığımız için kesildi” deyip bakanı bilgilendirdi.
Bakan da “Ha oğlum niye söylemiyorsun” diye Federasyon Başkanı’na babacanca fırça attı.
Meselenin özü şuydu aslında; Kültürel çelişki artık gerçeğin algılanmasında sıkıntı yaratıyor. Taraflar da bu sıkıntının cenderesinde bolca iletişim kazası işliyor.
Bu durumu çarpıcı biçimde anlatan Le Monde Gazetesi'nin Türkiye muhabiri Guillaume Perrier, referandum sonrasındaki Türkiye profilini çizerken hepimizi derin derin düşündürdü:
“Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı.
Daha korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren ‘kültürel bölünme’. Bu artık iyice keskinleşti.
Şimdi bir yanda, ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü, erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden, kız çocukları tam bir baskı altında yasayan, türkü ile arabesk arası bir müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans etmemiş, hiç karı koca birlikte yemeğe gitmemiş, hiç tiyatro seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık bir kitle var.
Diğer yanda ise kız lisesi-kolej yelpazesinde eğitim görmüş, en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş, sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan, evi nispeten daha zevkli döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, kadınları modern görünümlü, şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da Batı standartlarına yakın bir grup var.
Bu iki grubun yaşam tarzı birbirinden kopuk.
Onları, Batı'daki sınıflar arasında ortak zevk alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi birleştirici kültürel zeminler yok.
Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok farklı.
Hatta birbirine düşmanca.”
Bir yabancının gözüyle Türkiye’deki kırık aynanın yansıttıkları işte böyle.