Sitemizde Ara




Çok değil, birkaç ay önce Marmara Denizi’ndeki deniz salyalarını gördüğümüzde yaşadığımız o derin hüzün ve yas duygusu, bu kez orman yangınlarıyla alevlendi.

Meğerse yaşadığımız o “tarif edilemeyen kayıp duygusu” ve “geri dönüşümü olmayan bir kaybın yasını tutma”nın bir adı varmış…

Solastalji


Azime ACAR




Halen California’da araştırma görevlisi olarak çalıştığını Linkedin’den öğrendiğim Gökçe Şencan, deniz salyası vesilesiyle bu tanımı paylaştığında fark etmiştim.

Şencan, tanımın, solacium (teselli, avunma) ve algos (acı) kelimelerinin birleşmesiyle oluştuğunu… özellikle iklim değişikliği çalışanlarının bu tanıma aşina olduğunu…hatta eko-kaygı (eco-anxiety) olarak adlandırılan bir formu olduğunu vurgulamıştı.

Yani, gelecekte, özellikle iklim değişikliği yüzünden yaşanacak çevresel kayıplar konusunda endişelenmek, henüz kaybetmediğimiz bir şeyi kaybedeceğimizi bilmenin yaşattığı kaygı.

Tam da ciğerlerimizi yakan orman yangınları karşısındaki duygularımızı ifade etmiyor mu?
Tıpkı sanatçı Demet Evgar’ın vurguladığı gibi;

“Çok üzgün olup bir şey yapamamak çok sinir bozucu. İçimde öfkenin büyümesine neden oluyor. Bunu hiç istemiyorum. Ama olan bu….”



“CAN KAYBI YOK” ACISI

Orman yangınlarında neler, neler yaptığımıza dikkat çekmeden önce, en can yakıcı bir cümleyi paylaşmak gerek.

Yöneticilerin ve medyanın ilk değerlendirmelerde, insandan gayrısını canlıdan saymazmışçasına can yakıcı o “Can kaybı yok” sözü.

O ormanları yurt bilen hayvanların, her bir ağacın canına dair bir ekolojik bilincimiz yok muydu? Vardı elbette.

Çok, çok eski zamanlarda ağaç kesmeden önce sarılıp özür dilenir, izin istenirmiş.
 
Bu geleneği yüzyıllardır geçimlerini ormandan, ağaç kesiminden kazanan ve Tahtacılar olarak anılan Alevi Türkmenleri hala sürdürüyor. Merak edenler, Youtube’da “Ağaç Kesme Duası” olarak arayabilir ve TRT Avaz’da 2017’de yayınlanan belgeseldeki bu töreni izleyebilir.

Ağacın etrafına dizilip, ağaçtan affını, iznini isterken “doğanın bütün nimetlerine aşk ile…” diyerek ekolojik bilincin en güzel örneğini sergilemiyorlar mı?
İşte o sözler;

“Ormana çocuklarımın rızkını temin için gidiyorum
Ekmeğimi aşımı ormandan çıkartıyorum
Genç fidan kesmiyorum
Kestiğim ağaçlardan af diliyorum
Beni bu dağlarda kazalardan belalardan koru
Kazancımı kabul eyle
Haram lokma hanemize girmesin
Kötüye uğursuza yoldaş etme
Yolumuz doğruluk yolu olsun
Doğanın bütün nimetlerine aşk ile”


NELER, NELER YAPTIK?

Gelelim, orman yangınlarında neler yaptığımıza.

Her felakette olduğu gibi Kızılay ve Diyanet “SMS gönder, bağış yap” çağrısı yaptı, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu “Yardım hesabı açıldı, milletimiz cömerttir” diyerek vatandaş desteği istedi. Geçmiş harcamalar nedeniyle duyulan güvensizlik hikayeleri hatırlatıldı.

Bu arada, güvenerek bağış yapmak arayışıyla TEMA Vakfı’na yönelenler “kurallar gereğince” bağışların Orman Genel Müdürlüğü’ne aktarıldığı gerçeğiyle yüzleşti.

Geçmişte orman yangınlarının en önemli adresi olan Türk Hava Kurumu (THK) Kayyum Heyeti Başkanı Cenap Aşçı ise “Özel bir durum vardı, düğündeydim” diyerek helallik istedi.

“Nasıl yani?” diye eleştiriler artınca, bu sefer “Sanki düğüne gidip halay çektim, nikaha gittim ben. Çok abartılıyor.” diyerek kendini savunmasıyla kriz iletişim yönetimine bir örnek vaka bıraktı.

“Var sandığımız” yangın söndürme uçaklarının falan olmadığı, pilotlarının çoktan işten çıkarıldığı, Tarım Bakanı Pakdemirli’nin ise her yere özel jeti ile gittiği gündeme damga vurdu.

Tarım Bakanı, “Ağaç üzerinden siyaset yapanları ayıplıyorum” derken, açıklamalarında “dua”yı hiç ihmal etmedi.



Bakan Pakdemirli’nin duacı olduğu ama koruyucu giysileri olmadan yangınla mücadelede etmeye çabalayan “ormanın kahramanları”nın görüntüleri yansıdı.

Kendi yarasını sarmaya çalışanlar, ağaçların altında yorgunluktan bayılmış halde yatanlar, ağacın canını kurtarmak isterken kendi canından olanlar…


ÇÖZÜM ÜRETMEK…
ALGI YARATMAK…


Bakanlar, “Yanan ağaçların yerine yenilerini dikeriz”, “Bir giden fidana karşılığı bin fidan dikeceğiz” güvencesi verirken uzmanlar “Yanan ormanları kendi haline bırakın, beş on yılda kendini toparlar. Yeter ki insandan, imardan uzak tutun”  diye uyardı.

Yani, sadece yenisini dikerek bir ekosistem oluşmadığı, asıl işin yangınla mücadele olduğu hatırlatıldı.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş yağmur duası için Antalya’ya giderken, 50 dereceyi aşan sıcaklıklarla mücadele eden Dubai’de dronlar yardımıyla yapay yağmur yağdırıldı.

Arkalarına yangın görüntülerini alarak açıklama yapan bakanlar “algıyı yönetmeye” çalışırken, gözleri yaşlı Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen’in çaresiz görüntüsü sosyal medyaya yansıdı. Ve, ister yerel ister merkezi yöneticiler olsun, öncelikli görevin çözüm üretmek olduğu hatırlatıldı.  



Sonuçta, bu liste uzar gider. Yazacak, üzerine konuşulacak öyle şey var ki. Özellikle en üst düzey yöneticinin uzuunnn bir konvoyla bölgeye gelişinin yarattığı kaos, ilave trafik tıkanıklığıyla yangına müdahaleye gitmeye çalışan itfaiyenin yolda kalışı, çay demleyecek evleri olmayan insanlara çay atılması ve dahi neler neler…


EV ÖDEVİNİZİ YAPIN

Yerel ve merkezi yönetimlerin, her türlü felaket, başımıza gelmeden önce hem teknik hem iletişim tarafında yapılacak tonlarca ev ödevi var. Ama o ev ödevleri hep görmezden geliniyor. Ta ki başımıza bir felaket daha gelene kadar.

Ödevinizi yaparsanız, algının derdine düşmezsiniz, her şey kontrol altında, her şeyi yapıyoruz algısı vermeye çabalarken, duygusuz, duyarsız algılanmazsınız…

Ödevinizi yaparsanız, canınızı yakan gerçekler karşısında samimiyetle akıttığınız göz yaşlarınızı görenler “üzerinize düşen sorumluluklar ve çözüm üreten mevkiinin siz olduğunuz gerçeğini” size hatırlatmak zorunda kalmaz…

Ödevinizi yaparsanız,  yani felaketler başımıza gelmeden önce yapılacak işleri tamamlar, felaket anında da yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı düzenli ve şeffaf bir biçimde paylaşırsanız, endişeleri gidermeye yönelik bir iletişim kurarsanız, verdiğiniz emeğin, özenin sahada yansımasını, insanların o en endişeli anlarında size “güvenmelerini” sağlarsınız.



Medyaya gelince…
Her felakette olduğu gibi, konuda uzman (!) üç beş kişi yine ekranlarda saatlerce ahkam kesti.

“Dedi ki” gazeteciliği ile aynı açıklamalar döndürülüp, döndürülüp verildi.
Olay yerine muhabir yollayıp, ajanslardan geçen üç beş satır bilginin tekrarıyla yetinildi.

Hal böyleyken, habere ulaşmaya çalışanlar sosyal medyayı tırım tırım taradı, ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Onlar da troller, dezenformasyon, komplo teorileri ile hangisine inanacağını şaşırdı.

Haberciliğin hakkını verip, kamuoyunun gerçekten doğru bilgilendirilmesi yerel ve merkezi yönetimler üzerinde bir baskı oluşturma gücü olduğunu hatırlatalım.

Tıpkı gazeteci Murat Yetkin’in yangınlar sürerken, 28 Temmuz 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren bir kanun ile “orman alanlarındaki yapılaşma tasarrufunun Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkisine bırakıldığını, arazilerinin Turizm Koruma ve Gelişim Bölgeleri adı altında turizm yatırımcılarına açılabileceğine” dikkat çeken haberi gibi.


MUTSUZUM, MUTSUZSUN, MUTSUZ

Gallup’un 140 ülkede yaptığı “duygu” araştırmasıyla bitirelim.

Araştırmaya göre Türkiye mutsuz, öfkeli, memnuniyetsiz, karamsar, neşesini kaybetmiş bir halde.

En az gülümseyen birinci ülke Türkiye
En çok öfke duygusu yaşanan ikinci ülke Türkiye
Hayattan keyif alma duygusunu en az hisseden ikinci ülke Türkiye
En çok stres duygusu yaşanan dördüncü ülke Türkiye

Ciğeriniz dumandan kavrulmazsa…
Bir derin nefes alın…Bu Solastalji değil de ne?