- "Bizim çocuklar” ne kadar bizim çocuklar?
- Bir TV muhabiri yıkılmak üzere olan hastaneye girip, bebekleri kurtardı, ama ödülü ne oldu?
RAPORU HAZIRLAYANLAR:
Azime Acar & Ender Bölükbaşı
Van’daki 5.6 büyüklüğündeki ikinci depremde iki gazeteci de yıkılan Bayram Oteli’nin enkazının altında kaldı.
DHA’nın Diyarbakır bölge muhabirleri “depremin gecesinden, cansız bedenleri enkazın altından çıkarılana kadar” pek görülüp duyulamadı.
Meslektaşlarının sesleri ve endişeleri twitter’da sıkışıp kaldı.
Bir ses alabilme, bir mucize umuduyla beklenen gecenin sabahında tek sütuna on santimlik haberlerle yer alabildiler gazetelerinin sayfalarında. Gece boyunca ve ertesi sabahki televizyon yayınlarında da durum farklı değildi.
Neden?
Medya, Van’daki kendi arkadaşlarını neden görememişti?
Şokta oldukları için miydi? Evet, şoktaydılar.
Kurtarma derdine düştükleri için miydi? Evet, cansız bedenlerine ulaşılıncaya kadar, gözlerini kırpmadan yardıma koştu arkadaşları.
Ama yine de neden görülüp duyulamıyorlardı, ta ki "öldü" haberleri gelene kadar.
Gözden uzak olunca gönüllere de mi kolay kolay düşmüyordu yoksa?
O enkazın altında anlı şanlı yazarlardan biri olsaydı???
Ertesi gün gazetelerin birinci sayfaları nasıl olacaktı acaba?
Evet, onlar birinci sayfaya, ölüm haberlerinin geldiğinin ertesi günü girebildiler.
Her ikisi de medyada günlerce konuşulan çok başarılı haberlere imza atmış gazetecilerdi. Adları Cem Emir ve Sebahattin Yılmaz idi.
HaberTürk yazarı Umur Talu, daha ilk günden “Enkazın altında gazeteciler var” diyerek, Cem ve Sebahattin’i görenlerdendi.
Medya kast sisteminin en altında kalan, kan ter içinde koşturan, enkaz altında kalan “Bizim çocuklar”ın çalışma koşullarına kaleminden kan damlatarak dikkat çekiyordu.
O koşullar ki Cem ve Sebahattin’in içleri yakan ölümüyle de olsa gündeme gelebilmişti.
CNN Türk, “Van’da gazeteci olmak” başlıklı bir haber hazırlamış, günleri haber rekabetiyle geçen bölgedeki gazetecilerin birbiriyle dayanışmasını ekrana getiriyordu.
Ve kimisinin taksi durağında, kimisinin günlerdir otomobillerde, kimisinin Van’dan kalkıp gece yatmak için kilometrelerce ötedeki Bitlis Ahlat’a gittiğini öğreniyorduk.
En gençlerinden bir tanesi, “Bu deprem Avrupa’da olsa ilk yapılan işlerden birisi bölgeden haberleri ileten medya için bir karavan tahsis etmek olurdu herhalde” diyordu.
Evet ya... Bırakın devleti, ya onları habere yollayan yöneticileri?
Onların yaklaşımını da Yılmaz Özdil’in “Basın’ız Sağolsun” köşesinden okumak gerek.
“Haber Uğruna” başlığı ile nihayet birinci sayfadan “görünür” olabilen ve bugün memleketleri Tunceli ve Erzurum’da toprağa verilen gazetecilerin ya da diğer deyişle medya kast sisteminin en altındaki “Gazeteci Çocuklar”ın çalışma koşullarını merak edenlere Özdil’in köşesinden bir kaç alıntı yaptık:
“En baba gazetede çalışan gazeteci çocuklar, depreme mepreme gittiklerinde, kahvaltı, öğle, akşam yemeği, günlük 60 lira harcırah alır. Küçük tirajlı gazeteler, 30 lirayı öpsün başına koysun. E her yer, yerle bir... Fiş alamaz. Dönünce maaşından kesilir. Güya harcırah’tır, olur sana kişisel harcama! Anlatamazsın, hayatı plaza’lardan ibaret sanan muhasebe elemanına.
… Ahali elinde tasla çorba beklerken, şirin görünmek için gazetecilere torpil yapan Kızılay’ın yemek sırasına girmeye utanırlar. İstisnasız, hepsi böyledir.
... Büyük gazetelerin ekipleri otomobil kiralar. Bi yerden bi yere gitmek için filan değil, sığınıp, uyumak için... Küçük gazetelerin ekipleri, ya birleşip ortak kiralar, ya da mecburen kriz merkezinin çadırında, sandalyede uyuklar.
Bi gece idare edersin de, bi hafta otomobilde uyumak, Ramses gibi mumyalanıp, tabuta konmak gibidir. Her tarafın tutulur. Dizlerin uyuşur. Gözkapakların kurşun gibi ağırlaşıp, başın öne düştüğünde, enkazdan çıkan bir kol rüyana girer, suratına dokunur adeta... Veya kopuk bi bacak dürter, hoplarsın.
...Gece buz. Kulağını keser adamın. Eşofman giyersin içine... Üstüne de, THY battaniyesi örtersin. Sırt çantasına sığmadığı için, yolda gelirken araklarsın uçağın battaniyesini...
Zehirlenmeyi göze alıp, otomobili sürekli çalışır vaziyette tutarsın ki, kalorifer ısıtsın. İstanbul’a döndüğünde ‘az kilometre yapmışsın ama, fazla benzin fişi almışsın, bizi mi kazıklıyorsun’ diye, dolandırıcı muamelesi görürsün.
Ölüm siner üstüne... Leş gibi kokarsın. Yıkanmak zaten yok da... Tuvalet yok asıl...
Erkek muhabirsen, dağa bayıra gidersin. Kadın muhabirsen, hayatında felaket bölgesinde görev yapmadığı için, felaket bölgesine kadın muhabir gönderen, tepeden inme kazma yöneticilerin kurbanı olursun. (Yürekli kızlardır ama... Ha yıkıldı ha yıkılacak diye titreyerek, tavanlara baka baka, hasarlı binaların tuvaletlerine girmek zorunda kalırlar.)
Dünyanın en kısa ömürlü ürünüdür gazete...
Piyasaya çıkar, yarım saat sonra bayatlar. Hemen yenisini bulmak zorundasındır. Haber müdürleri ise, dünyanın en iştahlı insanlarıdır. En lezzetli haberi bul, biraz sonra arar, “başka ne var?” diye sorar. İki dakka gecik, fırça yersin. Bu arada, depremzededen de dayak yersin...
Kadının biri çıktı mesela, abuk sabuk laflar söyledi ekrandan, o televizyonun muhabirinin burnunu kırdılar. Kırık burunla çalıştı.”
Yılmaz Özdil yazısında Show Haber’in muhabiri Burak Ersemiz’in 5.6’lik deprem sonrasında, Van’daki hastanenin doğum servisine dalıp, küvezdeki bebekleri kurtarmasını da hatırlatıyor yazısında:
“Burak Ersemiz mesela... Hani şu, kameramanı Deniz Pirinççiler’le birlikte 5.6’lık depremden sonra çatır çatır çatlamış doğum hastanesine dalıp, etrafta doktor-hemşire olmadığı için, kuvözdeki bebeleri tek tek çıkaran Show Haber’deki gazeteci çocuk...
Bir kızı var, bir de oğlu Burak’ın... Kızı 15, oğlu 5 yaşında henüz...
‘Benimkilere ne olur’ diye düşünmedi, ‘bunlar ne olacak’ diye düşünüp, hatta düşünmeyip, içeri daldı...
Biz ekrandan seyredenler için, üç dakikalık haberdi alt tarafı... Ya eşi Serpil için?”
Bizden de hatırlatması. Dışarı çıktıklarında, depremden bunalan Van halkının hıncını kameramandan çıkardığını da ayrıca hatırlatalım. Çoğu zaman ödül değil dayaktır karşılığı.
SONUÇ
Son sözü, Cem ve Sebahattin’in ailelerine ve meslektaşlarına başsağlığı dileyerek, HaberTürk yazarı Umur Talu’ya bırakalım:
“Cenazede hoca, cemaat yerine, tabutlara dönüp iki gazeteciye usulca sorsa:
‘Bu cemaati, cemiyeti, devleti, hükümeti, vilayeti, piyasayı, medyayı nasıl bilirdiniz’ diye.
Hocanın da gözleri dolu dolu öyle, ısrarla Sabahattin, Cem ve diğerlerine sorsa:
‘Bunlara hakkınızı helal ediyor musunuz’ diye.
Belki artık öyle bir zamandır.”