Bir televizyon programına denk geldim, iyi ki denk gelmişim…

Yayında, ahkam kesip, atıp tutan, birbirinin ağzına lafı tıkayan, üstten bakan, kibirli, küstah bir dil yerine uzmanlıklarına göre sözü birbirine paslayan, sakince bildiklerini ve uyarını yapan iki uzman vardı.

Habertürk’te Serap Belet ve Muharrem Sarıkaya’nın sunduğu "Olay ve Görüşler" programına katılan ODTÜ Öğretim Teknolojiler öğretim üyesi Prof. Dr. Soner Yıldırım ve Klinik Psikolog Prof. Dr. Ferhunde Öktem’den söz ediyorum.


Azime ACAR





Ortalığın alev alev yandığı, hiçbir şeyin normal olmadığı, hatta her şeyin bu kadar anormal olduğu bir dönemde, “eğitimin normal olmasını beklemenin nasıl büyük bir anormallik olduğunu” konuştular.

Prof. Dr. Soner Yıldırım, üniversite anfisinde ders dinleyen gençlerin odaklanmasının ilk 15 dakikadan sonra nasıl hızla düştüğünü ve ders bitimine yakın tekrar yükseldiğini grafikle paylaştı. Ve, peş peşe üç zoom dersinde çocukların ekran önünde odağının nasıl kaybolduğunu gösterdi.


 
Denen o ki, insan beyni odaklanmadığı şeyi öğrenemiyor, duyguyla eşleştirmediği şeyi hafızaya aktaramıyor.

Çözüm mü?
O zaman binlerce yıldır biliniyor; görselle destekle, etkileşimi sağla ve dinleyenin odağını koru.


DELİK KABA KOYACAĞIMIZ SUYU TARTIŞIYORUZ

Yıldırım ve Öktem, her ikisi de program boyunca öğrenmenin bu temel kuralını kendileri de uyguladı, örnek, benzetme, istatistik kullanarak, söylediklerini hikayeleştirdi, odaklanmayı sağladı.

İşte, o programdan aklımda kalanlar;m
  • Aileler, çocukları iyi eğitim alamıyor diye endişeli, karamsar. Çünkü, bu ülke için eğitim sınıf atlama aracı, bu çok önemli. Ben yapamadım, çocuğum yapsın, çocuğu daha iyi bir hayat yaşasın istiyor.

  • Derslerin çoğu kitaptaki yazının görüntüsünden ve bunu okuyan öğretmenlerden oluşuyor. Öğretmenlerin eline kemanı verdik, ertesi gün de konsere çıkardık, ne bekliyorduk?
  • Çocuklar orada görünüyor ama arka planda ya eğlenceli bir Youtube videosu açıyor ya da uyuyor. Çok fazla görsel uyarana maruz kalan, Youtube’de bile en fazla beş dakikalık videoları izleyen çocuklar için bu öğrenmenin lezzeti yok.

  • Soner Yıldırım “Bir kap düşünün her yeri delik, siz içine koyacağınız suyu tartışıyorsunuz.” benzetmesiyle, meselenin “uzaktan” değil, “eğitim” olduğunu, çocuklara, gençlere çok fazla yüklenildiğini vurguluyor. Yedi saat canlı dersi “akıllara zarar” diye tanımlıyor.


FONDÖTEN Mİ MERHEM Mİ?
  • Teknolojiyi fondöten olarak mı, merhem olarak mı kullanacaksınız?
    Politika yapıcılar, şu kadar milyon saat canlı yayın yapmakla övünüyor ama bunun bir karşılığı yok. Yani, 18 milyon çocuk sınıfa giriyor ama sınıfa girme ile öğrenme arasında bir ilişki yok. Tıpkı kitap okurken parmağımızı yalama sayısı ile öğrenme arasında bir ilişki olmadığı gibi.
    Teknoloji kullanarak yıllardır öğretemediğini öğretiyorsan bu harika. Teknoloji kullanarak öğretemiyorsan bu felaket.

  • Müfredatı sadeleştirin, çocuğun odaklanmasını sağlayın. Hala saat doldurmaya çalışıyoruz.



HANGİ TABAKTA SUNALIM?

  • İnsanın avcı-toplayıcı olduğu dönemi düşünün, bir meyve yedin zehirlendin, kustun, kurtuldun. Bir dahakine o meyveyi hatırlarsın. Hafıza seni hayatta tutar. Çocuğun öğrenmesi için gerekçe yok. Lezzet yok, heyecan yok. Çocuk da direniyor. Yemek lezzetsiz ama biz hangi tabakta sunalım diye tartışıyoruz.

  • Prof. Dr. Ferhunde Öktem, “Fizikte ışık anlatılacaksa bir sihirbazlık gösterisi gibi anlatabilirsin. Ev ödevi olarak da evde bir kutuda bunu hazırla dersin. Hem eğlenceli öğrenmiş olur, dener, kendisi bir şey deneyince öğrenme daha iyi olur” örneği ile ne yapılabilir diye düşünenler için örneklendiriyor.



YÜZDE 80 MATEMATİKTEN NEFRET EDİYOR

  • Öğrenmenin bilişsel, duygu ve sosyal boyutu var. İnsan üç boyutun etkileşimiyle öğreniyor.

  • İyi duygularla eşleşince hafızaya dönüşüyor, stres hormonuyla eşleşirse nefret ediyor. Tıpkı ülkenin yüzde 80’ninin matematikten nefret etmesi gibi. Ama bir gün bir okula bir matematik öğretmeni geliyor, o matematiği sevmeyen çocuklardan birisi matematik öğretmeni oluyor.

  • Bilim yapmazsak bedeli çok ağır, artık ileri teknoloji olmadan bilim yapamayacaksınız. Çocuklar bilime ilgi duymuyor. Kısa yoldan köşeyi dönme arayışı, genç insanların zengin olma öyküleri ile özdeşleşmesi söz konusu. Okullarda bilimi sevdirip, yeni teknoloji kullanmayı teşvik etmek gerekiyor.

  • Bilgiye erişmek kolay, her 12 saatte bir internet üzerindeki veri iki katına çıkıyor. Yani, kolayca erişilen bilgileri anlamlandırabilmek, yani zor olan bilgelik.

  • Ama biz daha çocuklara eşit imkan sağlayamıyoruz. İlkokul dörtte okuma yazma öğrenmeye çalışan çocuklar, e-posta atmayı bilmeden üniversitelere gelen gençler var.



 
İYİDEN VAZGEÇME ALIŞKANLIĞI…KÖTÜDE ISRAR

Sanayi devrimiyle birlikte her şeyin sektörleşip, pazarlanabilir hale geldiğine ve bunun yarattığı sancılara dikkat çeken Öktem ve Yıldırım, “sağlık, eğitim ve adaletin pazarlanmadığı” bir vizyona vurgu yapıyor.  

Hollanda’da özel okula izin verilmemesini, ülkede tüm okulların kalitesinin birbirine yakın olmasına gösterilen özeni örnek gösteriyor.

Her ikisi de bahtımızın rüzgarına kapılmaktan yana değil.

Umutlu olmak gerektiğini ısrarla vurgularken,  Türkiye’nin bunu öğretmen okulları, köy enstitüleri ile zaten yaptığını hatırlatıyor;

“Bunu yapacak bilgimiz, deneyimimiz ve yeteneklerimiz var. 100 yıl önce yaptık, çok iyi yaptık ama üzerinde durmadık.”

Binlerce benzer öyküden birini, bir köy öğretmeninin tek tek evlerden aileleri ikna ederek toplayıp, mezun ettiği kız çocuklarının kendileri gidemese de çocuklarını üniversiteye yollamasının umutlu öyküsünü, yaratılan fırsat eşitliğinin önemini hem aklımıza hem kalbimize hatırlatıyor.

Elbette iş dönüp dolaşıp önceliklere ve “iyiden vazgeçme” alışkanlığımızı bırakıp, “kötüdeki ısrarcılığımızdan” vazgeçmeye gelip dayanıyor.